'Öncü Unsur' Tarifi - Metin ÇulhaoğluÇok abartıp uçmamak kaydıyla, son dönemin iki olumlu gelişmesinden söz edebiliriz.
Birincisi, uzunca bir süredir solun zihinsel sağlığına musallat olan liberal sızma, Ergenekon davasının seyri ve AKP’nin giderek belirginleşen tutumuyla birlikte itibar yitirmiştir. Bunda, hep söylendiği gibi, solun diri kesimlerinin sağlam durmasının da payı vardır.
İkincisi, en son 29 Kasım eylemi, deyim yerindeyse “gönüllere biraz su serpmiştir.” Eylemdeki kemiyet ve keyfiyetten hemen herkes hoşnuttur. 29 Kasım’da, yeni bir canlanmanın nüvelerini görenler de vardır.
Devam etmek üzere şimdilik not edelim.
* * *
Türkiye’nin son yüz yıllık siyasal tarihinde, düşünsel üretkenlik ile kitlesel dinamizmin buluştuğu kesitler olarak üç dönemden söz etmek mümkündür: 1918-25, 1961-71 ve 1974-80. “Düşünsel üretkenlik” derken kastedilen, bu ülkede en azından “eğitimli” sayılabilecek kesimin sorgulayıcılığı ve aranışçılığıdır. “Kitlesel dinamizm” kavramsallaştırması ise, emekçi kesimin ataletten sıyrılıp biraz da olsa hareketlenmesini anlatmaktadır.
Ayrıntıları ayıklayıp daha üstten bir genelleme yapılırsa, görünen şudur: 1918-25 döneminde orta sınıf aydın aranışçılığı aynı dönemdeki kitlesel hareketliğe baskındır; 1961-71 döneminde her iki parametrenin büyük ölçüde birlikte yükselişe geçtiği görülür; 1974-80 dönemi ise, bu kez kitlesel hareketliliğin, giderek kısırlaşan düşünsel yaşamı ve üretimi gölgede bıraktığı dönemdir.
O halde, örneklenen üç tarihsel dönemde, düşünsel üretkenlik ile kitlesel dinamizmin aşağı yukarı birlikte yükseldiği tek kesit olarak 1961-71’i görüyoruz. Ardından ekleyebiliriz: Takriri Sükûn (1925), daha ileri boyutlara ulaşma potansiyeli taşıyan bir birikimin önünü kesmiştir. 12 Mart (1971), potansiyelin de ötesinde fiilen yükselen bir çizgiyi kırmıştır. 12 Eylül (1980) ise, verili kitlesel dinamizmi de, onun gölgede bıraktığı düşünsel üretkenliği de tarumar etmiştir.
Ancak, görece olumlu yanlarından kalkıp ne 1961-71 dönemini sulu gözlerle yâd etmenin bir anlamı vardır, ne de aynı dönemi tıpatıp yeniden yaratmak mümkündür.
Çıkış yolunun başka yerlerde aranması gerekiyor.
* * *
Kritik nokta şudur: Bugün, “öncü unsurlar” diyebileceğimiz belirli bir toplulukla, bu topluluğu sarmalayan daha geniş kesimler arasındaki mesafe, yukarıda sözü edilen son iki döneme (1961-71 ve 1974-80) göre fazlaca açılmıştır. Önceki dönemlerde, örneğin bir fabrikadaki örgütlü işçi ile diğer çalışanlar; TÖS (TÖBDER) şube başkanı ile o yerellikteki öğretmenler; boykotçu-işgalci öğrenci lideri ile okuldaki öğrenci kitlesi arasında bugünkü kadar mesafe yoktu.
Aradaki mesafenin daha sonra açılmasının nedenleriyle ilgili pek çok şey söylenebilir. Gene de, 1980’den günümüze uzanan depolitizasyonun ve çürümenin “eşitsiz ve bileşik etkisi”, başlıca neden olarak öne çıkmaktadır. Toplumun tümünün üzerine çöken depolitizasyon ve çürüme, buna direnebileni, direnemeyenden “katsayılı olarak” daha uzaklara taşımıştır. Eşitsizlik buradadır. Ama aynı zamanda bir “bileşiklik” de söz konusudur; çünkü direnen direnmeyeni gördükçe kendi mikrokozmozuna hapsolmakta, direnmeyen ise direnene baktıkça kendi durumunu haklılaştırıcı ek gerekçeler bulmaktadır.
Peki, çıkış yolu?
* * *
Öngörülebilir gelecekte, birdenbire ve kendiliğinden patlayacak, ortalığı toz dumana boğacak çok ama çok kitlesel bir hareketlilik beklemiyorsak ve tüm yatırımımızı buraya yapmayı gerçekçi bulmuyorsak, dönüp bakılacak yer mevcut kadrolardır, yetişecek/yetiştirilecek yeni öncü unsurlardır. Özetle, Türkiye solu yeni bir “kadro”, yeni bir “öncü unsur” tarifi yapmak durumundadır.
Kuşkusuz, böyle bir tarifi tüm nüanslarıyla birlikte bugün hemen yapabilecek durumda değiliz. Ancak elde birtakım ipuçları, veriler ve göstergeler vardır. Bunlara bakılabilir.
Örneğin, günümüzün “öncü unsuru” önceki dönemlere göre “çok yönlü”, bir bakıma “komple” olmak durumundadır. İlk bakışta ters gelebilir ve şöyle bir itiraza yol açabilir: “Geniş kesimler bu kadar apolitik durumdayken, herkes kendi özel alanının sorunlarıyla ilgilenip başka her şeyi boş vermişken, ‘çok yönlülük’ neden gereksin ki?”
Sahiden böyle midir?
Başka bir deyişle, öncü işçinin, öncü öğretmenin ve öncü öğrencinin, sırasıyla ve münhasıran ücretler/sendikal haklar, özlük sorunları ve kantin/yurt/harç meselelerine gömülmesi ve bu özel alanlarda sürükleyici olması mıdır çözüm?
Eğer buysa, 20 yıl denenmiştir, olmamıştır. Açık konuşmak gerekirse, “yerellerden doğru”, “özel alanların somut ve güncel sorunlarından hareketle” veya “mağdurların özel mağduriyet alanlarına bakan bir yerden” türü söylemler işe yaramamış, tersine tıkanmayı daha da pekiştirmiştir. Bu tür kalkış noktaları, belki de genel bir politikleşme ve hareketlilik öncülüyle etkili ve işlevli olabilirdi; ama olmayan bir hareketliliği bu yaklaşımların yaratamayacağı ortaya çıkmıştır.
Mesele basittir: Durgunluk dönemlerinde, özel alanlara ve güncel/somut sorunlara yoğunlaşma, hedef kesimi bunlarla daha fazla sınırlamakta, günümüz koşullarında bu alanlarda kazanım sağlamanın güçlüğü/olanaksızlığı ise bu kez boş vermişliği tetikleyip apolitikliği derinleştirmektedir. Daha kötüsü, aynı döngü “öncü unsurları” da bitap düşürmektedir. Sonuçta, aslında kalıcı unsurlar olması gerekenler arasında sirkülâsyon (bırakıp gitme, yerine başkalarının gelmesi) artmakta, geriye kalanlar da dar alan teknisizmi içinde boğulup gitmektedir.
* * *
Demek ki, öncü unsurun, asli çalışma alanının ötesinde bir birikime, çok yönlülüğe ve söylem ustalığına/çeşitliliğine sahip olması gerekiyor. Kastedilen, öyle “teorik gelişkinlik”, ayaklı ansiklopedi olma falan değildir. Açıkçası, Türkiye solunun “halk önderi” olabilecek çok yönlü otodidaktlara (bu kavramın olumsuz çağrışımlarını bir yana bırakarak) ihtiyacı vardır.
Ve en verimlisi, bu insanların özellikle “bakir” zihinlere yönelmesidir. Paradoksal görünse de, geniş kesimlerdeki apolitiklik ve bilgisizlik bir avantaja da dönüştürülebilir. Öyle ya, oradan buradan duyulmuş asgari malumat kırıntısıyla, söylenenlere;
• “Sol hele bir birleşsin ondan sonra gelsin”;
• “Sovyetler niye çöktü, önce onu bir anlatın”;
• “Ergenekon’a yüklenelim ki Mustafa Suphi cinayetinin hesabını da sorabilelim” (örnek muhayyel değildir; bir toplantıda gerçekten söylenmiştir!)
• “Bu iş tek ülkede olur mu?”
gibisinden tepkiler verenlere göre “bakir” zihinler daha iyi değil midir?
www.sol.org.tr (6 Aralık 2008)